BLOĞUMA SAFALAR GETİRDİNİZ...:)

Çok afilli sözler bilmem.. kimisi vardır böyle edebiyat parçalar..yazar da yazar.Ben de öğrenirsem yazarım bi gün size.Size sunacağım tek şey yapmacıklık ve özenti dışındaki tüm samimiyetimdir.İnşALLAH size de bize de yararlı olur...:)

buyrun şimdi blog zamanı:)

14 Ağustos 2007 Salı

ASKIDA KAHVE...


İtalya'da Venedik'in kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Bar'da, espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri barmene, "iki kahve, biri askıda!" dedi; iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti. Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt astı. Biraz sonra içeri iki kişi girdi. Onlar da "Üç kahve, biri askıda" dediler; Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Bermen "askı"ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu. Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü, belli ki yoksul bir kişi girdi ve Barmen'e "Askıdan bir kahve!" dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu. Yoksul kişi, kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen'se, duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı, parçalayıp çöp kutusuna attı. Bu günün sonunda, gözlerimizi yaşartan bir "İtalyan toplumsal terbiyesi" öğrendik: Bir Venedikli için yaşamsal olmasa da, kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır. Kahve içecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar; kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul edenler de daha huzurlu! Yardım eden ile alan arasında, bu cafe-bar'daki garson gibi köprü görevi yapan kişilerinse, güleryüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için, askıda kahve olduğunu belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görülebilen bir yere asmaksa, bu olgunun zarif bir bölümü...

Yakub’un gözbebeğinde s/aklanır uykuların hepsi...





Evvela, zor bir cümleyi okumaya hazırlayın kendinizi: “Düşündüklerimizin ve eylemlerimizin alanı, farkına varamadıklarımızla sınırlıdır ve farkına varamadığımızın farkına varamadığımız için farkına varamamanın düşüncelerimizi ve eylemlerimizi nasıl biçimlendirdiğinin farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir şey yapmayız.
İlk okumada anlamanızı beklemiyorum bu cümleyi. Ben de defalarca okudum, yazıldığı yerde altını çizdim. Neredeyse, beş yıldır zihnimi tırtıklayıp duran bu cümlenin anlamını sizin zihninize de emanet ettim artık. Artık uykusuz kalabilirsiniz! Cümle, anti-psikiyatri akımının öncüsü olarak tanıdığım R. D. Laing’e ait. Daniel Goleman’ın Hayati Yalanlar, Basit Gerçekler (Arıon Yayınevi) adıyla Türkçeye çevrilen kitabında geçiyor. (Cümlenin tercümesi için Betül Yanık epey uğraşmış olmalı, çünkü tam olarak çevrildiğinde bile zihne oturmakta zorlanıyor.)
Farkına varmadığınız ama var olan çok şey var; ama siz sırf farkına varmadığınız için onlarsız düşünüyor ve onlar yokmuş gibi eylemde bulunuyorsunuz. Onların varlığı düşüncelerinizi ve eylemlerinizi etkilemiyor; çünkü onlar sizin için yok. Farkına varamadıklarınızı yok bildiğiniz için, farkına varamadıklarınızı dışarıda bırakan kendi farkındalık alanınızda pek rahatsınız, dilediğiniz gibi düşünüyor, dilediğinizi dilediğiniz biçimde kanıtlıyor, sık sık haklı çıkıyor, sizi haksız görenleri “ben dememiş miydim?” benzeri uyanıklık ifadeleriyle haşlıyorsunuz. Sizi uyandırmak isteyenler ise farkına varamadığınız şeylerin farkında ama bunları size fark ettiremiyor ya da fark etme yeteneğinizin ve niyetinizin olmadığını acıyla görerek susuyor. Tıpkı, uyuyan birinin başını bekleyen uyanık biri gibi bekliyor farkındalığınızın yanı başında. Uyurken rüya gördüğünüzü de fark ediyor, yüz şeklinizin rüyanıza göre sık sık değiştiğini, kâbus görüp bağırdığınızı duyuyor, yüzünüzün gerildiğini, vücudunuzun kasıldığını görüyor; ama belki sadece tebessüm ediyor. Nasılsa uyanacağınızı, uyanınca gördüğünüzün sadece rüya olduğunu fark edeceğinizi biliyor. Ama siz rüya görürken gerçeği görüyorum sanıyorsunuz. Ama uyanık olan, uykuda olduğunuzu, rüya gördüğünüzü, uyanınca “kötü bir rüya” gördüğünüzü söyleyerek boş yere korktuğunuzu fark edeceğinizin farkında. Sizin farkında olmadıklarınızın farkında olan kişi, sizin farkında olmadıklarınızın farkında olmamanız nedeniyle kendinize göre bir “gerçek”iniz olduğunun farkında olan kişi, düşündüklerinize, gördüklerinize, görüşlerinize ve yaptıklarınıza karşı kendinden emin bir suskunlukla karşılık verir. Sizin bağırmanızı ciddiye alıp o da bağırmaz. Korktuğunuzdan korkmaz. Ağlamanızdan etkilenip ağlamaya kalkmaz. Sizi güldüren onu güldürmez. Sizin için en hayırlı olanı bilir ve bekler. Uyanmanızı bekler yahut sizi dürtüp uyandırır. Uyanınca, ilk defa, yukarıdaki uzunca sözün benzerini söylerken bulursunuz kendinizi: “Farkında olmadıklarımın farkında olmadığım için boş yere üzülmüşüm (ya da sevinmişim), farkında olmadıklarımın da var olduğunun farkında olmadığım için kendimi rüyaya kaptırmışım, rüyayı gerçek saymışım...”
Bu kadar karmaşık şeyi niye mi anlattım? Yusuf Kıssa’sını [yani Yusuf Sûresi’ni] bir de Yakub’un [as] yanından okuyalım diye... Kıssanın en başında, “Bu rüyanı kardeşlerine sakın anlatma!” diye Yusuf’u [as] uyarır ki, Yusuf’un uyandığı halde içinde kaldığı uykudan da haberdar bir uyanıktır Yakub [as]. Yakub [as] kardeşlerinin Yusuf’a kuracağı tuzak konusunda da uyanıktır: “Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.” Yusuf’un [as] onu bir kurt kaptı diyerek sahte kanlı gömleğini getirdiklerinde de, bir kurdun bir gömleği yırtmadan kana bulayamayacağını düşündürtemeyen “uyku”larından uyandırmaz o sözde “uyanık”ları. Ama kıskançlıkla ve hasetle düştükleri “uyku”yu/”gaflet”i bilir. Nefislerinin sözde uyanıklığının onları sürüklediği “rüya”yı/ “görüş”ü görür: “Aksine, nefisleriniz size [kötü] bir işi güzel gösterdi.” Bu söz, Yakub’un [as] uyanıklığının göstergesidir ve bu yüzden diğerlerini kendi uykularına bırakıp uyanıncaya kadar beklemeye niyetlenir: “Artık [bana düşen] hakkıyla sabretmektir.”
Bu sabrı yüzünden, kıssa boyunca olup biten her şeyi bir Yakub [as] suskunluğu ve bekleyişi kuşatır. Örneğin, en başında, ne oğullarına bir uyarı yapar ne de Yusuf’u[as] aramaya kalkmak gibi bir eylemde bulunur. “Sabr-ı cemîl”le, “güzelce bir sabır”la susar ve bekler. Sabredemeyenlerin göremediği güzellikleri gören birinin sabrıyla susar. Sabredemeyenlerin hiç ummadığı hayırları uman birinin bekleyişiyle bekler. Uyuyanların uyanmasını bekleyen uyanıkların yaptığını yapar. Susar ve bekler. Farkına varamadıklarının farkına varamayanların, farkına varamadıkları için farkına varamamanın düşüncelerini ve eylemlerini nasıl biçimlendirdiğinin farkına varana kadar bunları değiştirmek için bir şey yapmayacağının farkında olarak, bir şey yapmaz, bir şey söylemez. Bekler, susar.

KAZA VE KADER DEĞİŞİR Mİ?


Kaza ve kader Allah dilerse değişir. Kader, Allah'ın takdiri, kaza ise bunun infazı demektir. Bazen ilahi atâ kazayı bozabilir ve Allah hükmünü infaz etmez. Mesela Cenab-ı Hak bir kavme helak takdir buyurur ve bunu o kavmin miskinliğine, ataletine, uyuşukluğuna ve ubuduyeti terk etmesine bağlar.
Hz. Yunus'un kavminde olduğu gibi birden bire bu kavimde me'mulün (umulanın) üstünde bir hal zuhur eder ve o hâl ilahi teveccühe vesile olur.
Hz. Yunus Ninova'ya peygamber olarak gönderilir. Kavmi ona isyan eder. Hz. Yunus da onların başlarına gelecek olan belanın reşehatı belirince onlardan ayrılır ve başka bir yere gitmek üzere oradan uzaklaşır. (Gerisi, gemi, balık vs.) Ardından halk işin ciddiyetini anlayınca -büyük bir zatın beyanına göre- "Subhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber velâ havle velâ kuvvete illa billahi'l-aliyyi'l-azim" tesbihini okumaya başlar. Cenab-ı Hak da o belayı onların başından def eder. Aslında bu kavim müstesna, hiçbir peygamberin kavminin başına gelen bela def edilmemiştir. Kur'an'ın nassıyla sadece Hz. Yunus kavminin başına gelecek olan bela gelmemiştir. (Bkz. Saffat, 37/148) O toplumun Allah'a olan bu teveccühü sayesinde, Cenab-ı Hak da onlara atâsıyla muamele etmiştir. Atâ kazanın infazını önlemiş ve kaza da kadere tesir ederek ekstra bir teveccüh gösterilmiştir.
Bazen de inanmış sinelerin lehinde güzel bir şey takdir edilir. Mesela, Allah (celle celâluhu) ümmet-i Muhammed için bir ferec ve mahreç takdir buyurur. Ama o, bu takdir ve bu ferec ü mahreci ümmet-i Muhammed'in her türlü siyasi ve gayr-i siyasi klik mücadelelerinden vazgeçerek tam bir vahdet temin ve tesisiyle tevfik-i ilahiyi vifak ve ittifaklarıyla istemeye bağlamıştır. Yani Allah, adeta, "Siz ittifak ederseniz, ben de tevfikimi refik kılar, size ferec ve mahrec ihsan ederim." demiştir. İnsanlar, bu şarta riayet etmez, siyasi, gayr-i siyasi mücadeleleri sürdürürler. Cenab-ı Hak da, onlar hakkında böyle bir şarta bağladığı tevfikini refik etmez. Bu defa da infaz edilecek kaza infaz edilmemiş olur. Bunlara muallak kader ve kaza da denir.
Evet kaza ve kader mevzuunda böyle değişmeler olabilir. Ancak bu değişmeler, ilm-i ilahide değil, toplum veya fertlerin şahsî levh-ü mahv ve ispatlarında cereyan etmektedir. Levh-i mahfuz-u hakikatta, yani ilm-i ilahinin tecelligahı olan imam-ı mübinde herhangi bir tebeddül vâki ve vârid olmamaktadır.

http://www.youtube.com/watch?v=My2LvqSKo_o

http://www.youtube.com/watch?v=aDI7qF6Hvxs